Tanzimat Devri 1860-1896
1860 tan sonra, imparatorluğun siyasî ve toplumsal durumunda önemli gelişmeler göze çarpar ve bunlar, tabiatiyle, edebiyatın gelişmesini de kuvvetle etkilerler. Mustafa Reşit Paşa'nın 1858 de ölümünden sonra 1871 tarihine kadar devlet idaresini çoğu zaman elinde tutan ve karakteri bakımından çok çekingen ve ihtiyatlı olan Âli Paşa, batılılaşma hareketinin temposunu da ağırlaştırır. Batılılaşma hareketinin sürekliliği bakımından burada dikkat edilecek bir nokta, bu harekete muhalif olmamakla beraber onu sıkı bir kontrol altında tutan politikacıların yanıbaşında, 1825-1850 yılları arasında doğup batılılaşmayı samimiyetle benimsemiş, tamamiyle idealist ve aydın kuşakların yetişmiş olmasıdır. Bazı kişisel ihtiras ve kuşkuların etkisiyle, batılılaşma hareketinin geliştirilmesi için politikacıların gösterdikleri gevşeklik karşısında bu kuşaklar teşebbüsü ellerine almışlardır. Böylelikle, batılılaşma hareketi yalnız devlet tarafından yürütülen bir hareket olmaktan çıkarak, aydınların halka mal etmeğe çalıştıkları çok daha şuurlu ve sistemli bir duruma gelmiştir.
Türkiye'de 1860 dan sonraki batılılaşma faaliyeti, başlıca üç alanda gelişir: siyaset, toplum, edebiyat. Yukarıda bahsettiğimiz aydın kuşaklar, batılılaşmayı bir bütün olarak düşündükleri için, bu üç alanın hepsinde de yoğun bir çaba gösterirler. Siyaset alanındaki çalışmalarına, imparatorlukta ilk özel gazeteciliği kurmakla başlarlar. İlk organlar: Agâh Efendi ile Şinasi'nin birlikte çıkardıkları Tercümân-ı Ahvâl (ilk sayı: 22 ekim 1860), Şinasi'nin tek başına çıkardığı Tasvîr-i Efkâr (ilk sayı: 28 haziran 1862), Ali Suavi'nin çıkardığı ve Ziya Paşa'nın da yazı yazdığı Muhbir (ilk sayı: 2 ocak 1867) dir. Bu organlar, çok açık bir şekilde ve sürekli olarak, şu esasları savunurlar: "Gülhane Hattı ile ilân edilen fert hak ve hürriyetleri, şimdiye kadar sadece kâğıt üzerinde kalmış, gerçekleştirilmesi yoluna gidilmemiştir. Bunların gereği gibi gerçekleştirilebilmesi için, batılı devletlerdeki idare sisteminin kabulü şarttır. Bu bakımdan, derhal bir Anayasa hazırlanmalı ve bir Millet Meclisi kurulmalıdır. Yaptıklarında şimdiye kadar tamamiyle serbest bulunan hükümet, bu meclisin kontrolü altına girmeli ve kanun yapmak yetkisi de hükümetten alınmalıdır."
Basına karşı hükümetin aldığı sert tedbirler karşısında bu yolun tek başına bir sonuca götüremeyeceğini anlayan aydınlar, 1865 haziranında Yeni Osmanlılar adında gizli bir ihtilâl denemeği de kurdular, İtalyan Karbonari derneğinin tüzüğünü esas olarak olan bu dernek, 1867 mayısında hükümet tarafından haber alınınca, başlıca üyeleri olan Namık Kemal, Menâpirzade Nuri, Sağır Ahmetbeyzade Mehmet bey ve Kayazade Reşat bey Fransa'ya kaçtılar. Derneğe girmiş bulunmamakla beraber, hükümete muhalif oldukları için, Ziya Paşa, Agâh efendi ve Ali Suavi de onlara katıldılar. Fuat Paşa ile geçinemediğinden daha önce sınır dışı edilip Paris'e yerleşmiş bulunan Mustafa Fazıl Paşa'nın maddî yardımı ile üç yıl süren bu ikinci ve çok daha şiddetli muhalefet döneminde Ali Suavi Londra'da Muhbir (ilk sayı: 31 ağustos 1867) ve Paris'te Ulûm (ilk sayı: 1 ağustos 1869), Ziya Paşa önce Namık Kemal ile birlikte Londra'da ve sonra tek başına Cenevre'de Hürriyet (ilk sayı: 29 haziran 1868), Mehmet Bey Paris'te İttihâd (1869), yine Mehmet bey ile Hüseyin Vasfi Paşa Cenevre'de înkılâb (1870) gazetelerini çıkarırlar. Yeni Osmanlılar, 1870 ten itibaren tekrar İstanbul'a dönmeğe başladılar ve Namık Kemal'in çıkardığı İbret (ilk sayı: 13 Haziran 1872) ve Ebuzziya Tevfik'in çıkardığı Hadîka (ilk sayı: 18 mayıs 1873) gazeteleriyle siyasî çalışmalarının üçüncü dönemini açtılar.
Şinasi, demokratik bir rejimin esaslarından genel olarak söz eder, fakat onun adını koymaz. Bu adı açıkça koyanlar, Yeni Osmanlılar'dır: Meşrutiyet. Bu siyasî çalışmalara, imparatorluğun yaşatılması düşüncesinden doğan, bir Osmanlılık ideolojisi de karışır. Ancak, bu ideolojinin arkasında -biraz da- Hıristiyan halka geniş haklar tanıyan 1856 fermaninin uyandırdığı tepkiye dayanan İslamcılık ideolojisinin de yer aldığı görülür. Bunların dışında, siyasî bir çalışmaya konu olmaksızın, temsilcileri Ali Suavi, Süleyman Paşa ve Ahmet Vefik Paşa olan bir Türkçülük düşüncesinin varlığını da söylemek gerekir. Yeni Osmanlıların bu üçüncü muhalefet dönemi, 1876 da I. Meşrutiyet'in kurulmasına kadar sürer. Ayni yıl tahta çıkan II. Abdülhamid'in her türlü siyasî çalışmayı yasaklayan mutlak idaresiyle de siyasî hayatları sona erer. Belirli bir sonuca ulaşamayan bu çabaların en müsbet yönü, hiç şüphesiz, gazeteciliğin bir halk müessesesi olarak kurulması ve bu sayede bir kamuoyunun da yaratılmış olmasıdır. Batılılaşmanın 1860 tan sonraki toplumsal gelişmesini ise gazeteler, romanlar ve piyesler birlikte yürütürler. Bu üç önemli vasıta, bir yandan batılı yaşayışı -bazan çok lüzumsuz teferruata kadar inerek Türk toplumuna tanıtırlarken, bir yandan da çok çeşitli konular üzerindeki batılı görüş tarzını getirmek suretiyle yeni bir aydın kuşak yetiştiriyorlardı. Toplumsal alandaki bu hizmeti ile edebiyat, tamamiyle, Tanzimât'ın getirdiği esaslara bağlıdır. 1860-1875 yılları arasında Türk edebiyatı arasıra bu yönden ayırılmakla beraber- , hemen hemen bir bütün halinde, kendisini bu esasların gerçekleştirilmesine vermiştir ve, bu tutumu ile, tam bir "toplumcu" karakter gösterir. Bu safhanın ilk büyük şahsiyeti Şinasi, Tanzimât'ın getirmeğe çalıştığı Batı medeniyetinin unsurlarını gerçek bir kavrayış ve direnişle açıklamağa çalışır. Hedefe erişmek için, bilgisizliğin ve taasubun bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini düşünerek, halkın fikir seviyesini yükseltmeğe uğraşır. Bu hususta gazeteyi en önemli vasıta olarak görür ve halkla kolayca anlaşabilmek için, yeni bir dile ihtiyaç duyması, yeni bir nesrin doğmasına yol açar. Bu medeniyet temasına Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Midhat'ta da sık sık rastlanır. Yaratılışından gelen bir özellikle, düşündüklerini kimseye açmadan doğrudan doğruya onları gerçekleştirmeğe geçen Şinasi, Türk edebiyatının modernleştirilmesi hakkında ortaya açık bir program koymuş değildir. Halbuki eski edebiyatın henüz ortadan kalkmadığı; Yenişehirli Avni (1826-1883), Leskofçalı Galip (1828-1867) ve Hersekli Arif Hikmet (1839-1903) gibi üstad tanınan kuvvetli kişilerin henüz' yaşadığı bir dönemde, ileride yeni edebiyatı kuracak olan kuşaklara onun esaslarını açıklayan bir program vermek gerekli idi. Bu programı, ilk defa, Tasvîr-i Efkâr'daki "Lisan-ı Osmanî'nin edebiyatı hakkında bazı mülâhazâtı şâmildir" (1866) adlı uzun makalesiyle Namık Kemal dener. Kemal, edebiyatın târifi ile başladığı ve onun "fikrin gelişmesine ve bir toplumun eğitilmesine olan büyük hizmetinden" söz ederek "edebiyat, bir milletin bekasının teminâtıdır" gibi bir hükme vardığı bu makalesinde, Divan Edebiyatı'nın "realite ile ilgisizliğine, sun'îliğine ve boşluğuna" şiddetle hücum ederek, Türk edebiyatının yeniden düzenlenebilmesi için birtakım esaslar koymağa çalışır. Üzerinde en çok direndiği esas, her şeyden önce, yine yeni bir ifade vasıtası, yeni bir dil zaruretidir. Bunun için de yazı dilinin düzenlenmesini, bir an önce konuşma diline yaklaştırılmasını ister. Kemal, bu makalesinde ileriye sürdüğü "edebiyatta toplumsal fayda prensibi"ni, Celâlettin Harzemşah adlı piyesinin önsözünde ayrıca savunur.
Böylece, Tanzimât hareketinin prensiplerine de uygun olarak, Türk edebiyatının izlemesi gereken yön açıkça çizilmiş olur. Tanzimât hareketi, bir anlamda, bir "halka iniş" hareketi olduğu için edebiyatta "halkın anlayabileceği bir dil" üzerinde direnilmesini de tabiî karşılamak gerekir. Bu konuda Kemal'den sonra konuşan Ziya Paşa ise, bu hedefe tek bir hamle ile ulaşmak ister: 1868 de Hürriyet gazetesinde çıkan meşhur Şiir ve İnşa makalesinde, Divan Edebiyatı'nı "millî bir edebiyat olmamakla" suçlayarak modern Türk edebiyatının ancak "Halk edebiyatına bağlanmakla" kurulabileceği gibi zamanına göre çok ileri bir düşünce ile, bir sıçrayışta, halkın ifade seviyesine inilmesi teklifinde bulunur.
Burada önemli olan husus, Batı edebiyatını örnek olarak almak kararını veren Tanzimât Edebiyatı'nın, kendi gaye ve kişiliğine uygun bir ifade vasıtası yani yeni bir dil ve üslûp aramak ihtiyacını hemen duymuş olmasıdır. İlk çalışmalar bu noktada toplanarak kısa zamanda açık bir sonuca varılmış, gerek nesirde ve gerekse nazımda yeni bir vokabülere ve yeni bir söyleyişe ulaşılabilmiştir. Nesir dilinde Tanzimât'tan sonraki bu gelişmenin başlangıcı, 1831 yılına kadar iner. Devlet gazetesi Takvim-i Vekayi'in (ilk sayı: 1 kasım 1831) dilinde ve üslûbunda halkın seviyesine uygun olarak yapılmasına çalışılan ayarlama, Tanzimât nesrinin nüvesidir. Gazete dilinin bu tarihten başlayarak ayni yönde süren gelişmesine devlet dilinin -bilhassa Tanzimât'ın ilânından sonra- sadeleşme yolundaki hızlı gelişmesi de eklenince, 1860 tan sonra, edebî Türk nesrinin kurulması için hayli elverişli bir ortamın varlığını kabul etmek gerekir.
Bu nesrin temelini Şinasi atar. Devlet nesrinin üslûbundan tamamiyle kurtulamamakla beraber vokabüler bakımından ondan çok ayrı olan bu nesri, "sanatkârane" üslûbun çekiciliğinden kendisini kurtaramayan Namık Kemal ve kısmen Ziya Paşa daha yüklü ve süslü bir hale getirirlerken; Ahmet Mithat da, tersine olarak, yalnız vokabüler bakımından değil, üslûp bakımından da onu konuşma diline iyiden iyiye yaklaştırır. Fakat Tanzimât devrinin tanınmış yazarları, dilde ve üslûpta Ahmet Midhat'ı değil, Namık Kemal'i izlediler. Edebiyatın toplum hizmetine girmesi, çevresindeki her şeyle doğrudan doğruya ilgilenmesi prensibi ile; Türk edebiyatı yüzyıllardan beri ilk defa olarak hayatla yüzyüze geliyor, olayları ve insanları oldukları gibi görüp göstermeğe başlıyordu. Bu durum, eski edebiyatın her alandaki soyutluğundan kurtuluşun, somuta bağlanışın ifadesidir. Eski edebiyat, bilindiği gibi, kurallar ve klişeler edebiyatı idi: klişe konu, klişe tabiat, klişe hayâl, klişe güzellik, klişe sevgili tipi, klişe aşk, klişe dil v.b. Bütün bu klişelerden kurtulup hayatın karşısına vasıtasız olarak çıkan Tanzimât devri sanatçısı, her şeyden evvel, hürriyetini duyar ve tek başına bir "şahsiyet" olduğunu anlar. Bu anlayışı yeni bir tabiat görüşü, yeni bir estetik, doğrudan doğruya hayattan alman yeni konular izlerler. Tanzimât'ın "ferd hürriyeti" prensibi ile tam bir uygunluk halinde bulunan "sanatçının hürriyeti" prensibi, ona tamamiyle "şahsî terkipler"in yani yaratıcılığın kapılarını açmıştır.
1875 yılına kadar "toplumsal fayda" formülüne bağlanan Tanzimât Edebiyatı, bu tarihten sonra, kendisini yavaş yavaş romantizme kaptırdı. Türk Edebiyatının yüzyıllarca süren alışkanlıklarına ve atmosferine de uygun düşen bu kaptırış, önce üslûpta başlar. Esasını Şinasi' nin nesrinden almakla beraber, sanatkârane üslûp kaygısı ile ondan ayrılan Namık Kemal'in, romanlarındaki tabiat ve insan tasvirlerini daha canlı ve çekici hale getirebilmek için romantik üslûbun ihtişamından faydalanmağa kalkışmasiyle başlayan bu etki, zamanla karakterlerin, vak'aların kuruluşuna ve temalara kadar yayıldı. 1880 den sonraki Türk romanında görülen bazı realizm ve natüralizm denemelerine rağmen, Kemal'i izleyen Recaizade Ekrem ve Abdülhak Hâmid'in de ağır basan şahsiyetleriyle, Tanzimât Edebiyatı genellikle romantizme bağlı kalmıştır.
1860 tan başlayarak gazetesi, tiyatrosu ve romanı ile batılı edebiyatın bütün türlerini benimseyen Türk edebiyatı, teknikte henüz yeter derecede ustalaşamamış olmakla beraber, tamamiyle batılı bir anlayışa ve bütün türlerde çok verimli çalışmalara sahiptir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.